Kaç yaşında başladım ben oruç tutmaya acaba? Düşünüyorum ama
tam olarak kaç yaşımda başladığımı hatırlayamıyorum. Aklıma yine çocukluktan
kalma hatıralarım geliyor. Tekne oruçlarım… Öğlene kadar bile tutamadığım
oruçlar hatta… Mutfağı aşındırıp durduğum ve en sonunda dayanamayıp yediğim bir
ton tekne orucum var. Küçük küçük yediğim hiçbir yiyeceğin orucumu
bozmayacağına inandığım ve aslında daha başlamadan bozmuş olduğum oruçlarım
var. Bir çinko kazan geliyor aklıma. Küçük bir kazan… İçinden kavurma oyup
yediğim. Mutfak kapısının arkasındaki gizli hazinemdi o benim. Dolapta köstebek
gibi oyduğum antep fıstıklı helvam. Sırf fıstıklarını yemek için oyup oyup
ortalığı berbat ettiğim birçok helvalı hatıram var. Şimdilerde bir çocuğu
dolaba girmiş helvadan fıstık ayıklarken görsem kulaklarından tavana asarım
herhalde. Ama birileri bize tahammül etmiş. Sabır demek ki böyle bir şeymiş…
Ne kazanmadığım oyunlar ne de mutsuzluklar. Sanki hep
kazanmışım ben bu hayatta. Sanki her şey benim olmuş gibi anıyorum bazen
eskileri… Bir şeylerin tadı, kokusu kalmış hafızamda. Söğüt kokusundan tut da
haşlanmış mısır kokusuna kadar harika hepsi. Tırnaklarımıza oje niyetine
geçirdiğimiz çiçek yapraklarının kokusuna kadar her şey o kadar canlı ki… Sanki
hala teyzem çocukluk arkadaşım. Sanki şimdi çıksak hurçların tepesine
otobüsçülük oynayabilecekmişiz gibi. Ah ne zaman eskiyor eskiler… İnsanın
çocukluğu nasıl böyle diri kalıyor. Neden unutmuyor paylaştıklarını, tadını
bellediği helvayı, kavurmayı, yağda ölmüş soğanlı ekmeğini, deli gibi yediği
salçalı makarnasını… Bayramlığının kokusunu, komşuda yediği tatlıyı, en sevdiği
oyuncağını, en kadim oyun arkadaşını…
Amak-ı Hayal