Rüyanda gördüğünü gerçekte görememek, gerçekte gördüğüne ise derdini diyememek var şu dünya da… Bir yâri gören mi desem göreni bilen mi desem takılıp peşine dere tepe yol gittim. Ben yolları uzattım o ise her şeyin kestirmesini bildi. Dereler geçtik, köylerden birinde belki birçoğunda beraberdik yeşillikler içinde bir bahçe derken peşine bir tarladan geçiverdik. Bir parça çamur olmadan nasıl çıktın o harman yolundan. Tertemizdi yüzün, gözün, üstün başın ve ellerin. Bir yolu bilmez kimse idim tuttun elimi. Dilinde bilmediğim bir dua ile… Sahi ne dedin…
Keşke bilseydim…
Şimdi ben senin elinden tuttum ya öyle tedirgin. Bir o kadar da varlığının ateşi… Ben bir çocuk idim bilemediğim yolları geçtim. Sen bir yoldaştın tuttuğun eli yolun başladığı noktaya getirdin… Bak dedin işte bu kapı… Eski, ahşap ama dimdik duran bir kapı… Boyumu aşan kapıların eşiğinde sen ve ben… Hiç açılmaz gibi kararlı bir kapının başında ya açılmazsa korkusu… Derken biten rüya…
Rüyası da dünyası da yarım bir hikâyenin orta yerinde… Dünya yangın yeri… Yüzünü bildiğim biri. Bilip de sevmeyi sevdiğim biri… Kapılara kadar bana eşlik eden biri… Ruhen beni bildiğini bildiğim biri… Er ya da geç tanışacağım biri… Varlığına tebessüm ettiğim, bakışına nazar değer diye bakmadığım biri… Tebessümünden tanıdığım biri…
O, işte öyle biri…
~Sözde Yazar~
dinlenesi...
4.12.2017
1.09.2017
BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM
Bir cami avlusunda bir ezan sesi, ses demeye utanıyorum... Öyle güzel öyle içten öyle çaresiz öyle yalvaran öyle dertli ses olur mu? Sevgim taşıyor avlular sırılsıkhlam... Aklım ayakkabılarımda değil bu sefer, ne ayakkabım ne çantam ne de başka birşey... Tanıdık bir yüz arıyorum bir ikindi vakti bir cemaatin ikinci sırasında... Yanımda bir teyze bilmem kaçıncı rekatını kaçıncı kazasını kılıyor... Yüzüne bakmaya fırsat yok... Acaba O, yolu biliyor mudur? Derken bir tebessüm, bakışıyoruz... Bir bakışın muhabbetine bir çift karşılıklı tebessüm salıveriyoruz biz namaza devam ediyoruz bir çift tebessüm sarılıyor mütemadiyen özlemle...
Son rekatta bir çift selam teyzede bir telaşe tut bunlardan birini deyip iki parmağını bana uzatıveriyor. Şehadet parmağını tutuyorum... Bir şey arz ettim cevabına atfendi deyip tebessüm ediyor... Soruyu bilmiyorum... Cevapları hiç bilmiyorum... Teyze bana tebessümden ve bir çift evet O! Hissiyatından başka birşey vermiyor... Kalbimin boşluklarına tebessümler dolduruyorum. Ondan ve O'na salavatı şerife getirenlere rastlayıveriyorum... Bir tesbihin boncukları bir hatmenin taşları gibiler... Her yerdeler ama ben tesbihdeki imame, hatmedeki o kimsenin göremediği, görüp de söylemediği elden ele dolaşan, kiminin elini, kiminin kalbini yakan o şeyi arıyordum... Bulamadım... Bulamıyorum...
Buğün benim doğum günüm... Kalbimde yangınlar... Etrafta bir sürü güzel insan, etrafımda sürekli yepyeni küçücük hayvanlar var... İyilerin gözündeki ışıltı, hayvanların o bakışları ve benim kalbimin bitmeyen yangısı... Hayat böyle işte...
Bakıp da göremediğim şeylerin ziyanı, zaman kaybı ne olacak derken yolu başa sarıyorum... Dertsiz olmaktan korkuyorum... Derdimin dert olması onunda beni derdime götürmesi gerekiyor... Nasıl, niye diye sorma onu da bilmiyorum...
Bir sonbaharın başındayız. Ağacın yaprak döktüğü, karıncanın hazırlıklarını bitirmek üzere olduğu, çırılçıplak bir ay... Mahsun bir ay... Çiçeksiz, renksiz, solgun bir ay... Seviyorum... Soğukluğundan tutup öyle seviyorum... Hüznünü bağrıma basa basa seviyorum. Renksiz de olsan seviyorum. Kaskatı yapraklarını tüm mevsim boyunca hoyratça savuruşunu dahi seviyorum. Denize düşen ayazını, içime üflediğin soğuğu dahi seviyorum... Seviyorum çünkü bana umut veriyorsun. Tüm hüzünlerin, tüm kara kışların ardından herşeyin tekrar ayağa kalkacak gücü olduğunu görüp halinizle hem hal oluyorum... Ümitliyim demeye cesaret ediyorum...
Bir kitap alıyorum elime diyor ki Üstad;
" Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.
Diyorlar bana, kalsın şiirde sözde yerde,
Sen araştır, göklere çıkan merdiven nerede...
Anladım işi; San'at Allah'ı aramakmış.
Marifet bu gerisi yalnız çelik çomakmış..."
Otuz yaşımdan tüm güzel dostlarıma selam ve bir dertleşme olsun bu yazı... Bayramla da perçinlemiş olalım...
Sevgi ve muhabbetle...
~S'özde Yazar~
13.07.2017
ÖZLEMEK...
Ellerimde kâğıtlar ve kâğıtlara sinmiş sigara kokusu, keskin
kokular arasında kimliğim… Tüm belirsizliklerin kayıyor bir tutam sayfanın
arasında. Bir cümle var ki eriyor
kalbim… Bütün gün zihnimde dolaşıp duruyor. Yetmiyor… Kesip çıkardım onca cümle
arasından. Özledikçe cüzdanımın ucundan
çıkarıyorum, kimseye göstermeden bakıp yerine koyuyorum. Özledikçe diyorum oysa ben mütemadiyen
özlüyorum. Avucumda geriye kalan yazdıkların var. Elimin sıcaklığında cümleleri
sıkıştırıp işkence ediyorum. Terim, tenimde maviye bulanıyor…
Bir satırı hasret ile okumadıysan özlem kokan bütün
hikâyelere yabancı kalırsın. Mürekkep abartılı gelir, sözlerin hakkını
veremeyeceğinden bulunduğu yeri terk edersin. Zira hasretten bir payen yoksa okumamalısın çünkü bu satırlar bir Hz.
Yusuf gömleği etmez, edemez… Oysa hep derim özlemin bir kokusu vardır.
Özleyenlerin kilometrelerce yoldan hissettikleri şeyler dedim ya özlemde nasibi
olmayana abartılı gelir. Ne ağırdır oysa bilmek... Kokusu içine işler Hz. Yakub'un
hasreti gibi… Hiç bitmeyecekmişçesine bir özlemle özlemek… Her an bir yerlerden
çıkıp gelecekmiş gibi ümit etmek. Seni dipdiri tutan “ümit var olunuz” cümlesine
sarılıp sızım sızım sızlamak… Bu dünyadan bir Hz. Yusuf geçti. Güzelliğinden
başka hiçbir şeyini pek de konuşmadığımız Hz. Yakub’un oğlu Yusuf… Züleyha’nın hasreti,
aşkı, sevdası olan Yusuf… Benim satırlarımda tanıklık etsin diye iliştirdim
onu buraya. Özlemi de hasreti benim satırlarımın anlatacağı iş değil zira…
Ben bütün devrik cümlelerin mavi mürekkebinden devam edeyim.
Elimle gönlüm arası kıyamet olan o satırlardan… Çocuklar gibi sevindiren ama
maziye gömen, özleten cümlelerinin üzerinden kaç iklim geçti bilinmez. Bu
denizin suları bile değişti. Çok nefes geçti, üstüne koymaya kıyamadığım bir
yığın anı biriktirdim. Sen gelmedin…
Oysa sevmek seni özlemenin bir parçasıymış. Ben belki de
sadece seni özlemeyi sevdim. Belki de sana dair diye özlemeyi sevmek istedim…
***
~S’özde Yazar~
30.06.2017
BEKLEDİM
Bekledim… İtina ile bir iskemle üstünde öylece gelişini bekledim. Bekletilmekten nefret ederim ama gel gör ki beklemeyi çok sevdim. Aynı hissin eylemi değillerdi, seni beklerken fark ettim. Saatime bakarken gelirsin diye kitaplara verdim kendimi, çayım bir köşede buz kesti… Ne kitaptan bir şey anladım seni beklerken ne de çaydan…
Gelişini göremem diye kaç sıcak çaydan vazgeçtim. Sadece bir tebessüm ile yanımdan geçişini görmek için öylece bekledim. Tek bir cümlen ile baş başa kalmak için onlarca yol kat ederdim. Sebebi bilinmez bir muhabbet ile bekledim. Sen ise bazen geldin bazen gelmedin…
Yağmurlar geçti bu kaldırımlardan, soğuk tutan rüzgârlar üfledi giysilerime, iskemleleri kaldırdılar ben yine de bekledim…
Ne çok severdim gelme ihtimalini, bir sözünün sözüme denk düşme ihtimalini… Ah o ellerin… Hep üşüyen ama ısıtanı olmayan ellerin… Mütebessim yüzün ile hem hal olan ellerin… Hiç şikâyeti olmayan hallerin… Nasılsın demeden nasıl olduğunu anladığım gözlerin.... Hiç şikayet etmeksizin bakan gözlerin... Hiçbir yerinden tutup kaldıramadığım hislerin...
Sevincim...
Gelişini göremem diye kaç sıcak çaydan vazgeçtim. Sadece bir tebessüm ile yanımdan geçişini görmek için öylece bekledim. Tek bir cümlen ile baş başa kalmak için onlarca yol kat ederdim. Sebebi bilinmez bir muhabbet ile bekledim. Sen ise bazen geldin bazen gelmedin…
Yağmurlar geçti bu kaldırımlardan, soğuk tutan rüzgârlar üfledi giysilerime, iskemleleri kaldırdılar ben yine de bekledim…
Ne çok severdim gelme ihtimalini, bir sözünün sözüme denk düşme ihtimalini… Ah o ellerin… Hep üşüyen ama ısıtanı olmayan ellerin… Mütebessim yüzün ile hem hal olan ellerin… Hiç şikâyeti olmayan hallerin… Nasılsın demeden nasıl olduğunu anladığım gözlerin.... Hiç şikayet etmeksizin bakan gözlerin... Hiçbir yerinden tutup kaldıramadığım hislerin...
Sevincim...
Yarım sevincim benim...
BAŞKA BİR DİLDE ANNELİK
Duyguları kaça ayırırız kaçını insana atfeder kaçını diğer canlılarla hem hal olarak yaşarız bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki annelik fıtratı üzerine doğmuş her canlı, annelik denen o duyguyu incir ağacı misali köklerini Can’a salıverip bambaşka sarsılmaz bir kuvvete dönüştürüyor. Ona bazen sevgi, bazen şefkat, bazen merhamet, bazen fedakârlık, bazen candan öte can oluvermek diyoruz. Dünyanın diğer hiçbir canlısında olmayan o sarıp sarmala duygusu, o koku, o burnunun direğini sızlatan, hani severken içi titreyen o varlık… İşte tam da ona biz anne deyiveriyoruz.
Sanırdım ki anne dediğimiz şey sadece insanda böyle derin ve naif… Yanılmışım… Anne olmadığım halde yaşadığım tüm hassasiyetlerden anladım ki her birimiz doğurmadan da anneyiz. Yoksa on iki saat boyunca hamile kedimin karnını hiç durmadan nasıl sıvazlayabilirdim. Onun, sana ihtiyacım var sakın gitme bakışını nasıl anlayabilirdim.
Bir hamile canlı etrafındaki insanların hayatını nasılda güzelleştiriyor ben bunu kedimle fark ettim. Karnında beş yavrusuyla adım adım gün sayarken ne kadar çok şey paylaştık onunla. Çeşmeden su içmek için kolayca çıktığı yere artık çıkamayacak hale geldiğinde ne çok düşünüp su içmekten vazgeçti… Ama ben vazgeçmedim, yapamadığı her şey için ona yardım ettim. Onun gözünde mutluluk benim içimde sonsuz sevgi… Yattığı yerde zar zor nefes alan bir canlının hayatını nasıl kolaylaştırabilirdim… Altmış üç gün boyunca bu dert ile dertlendim. Ben onu anladım o da beni… Kendini temizleyemediğinde, sancılar geldiğinde, midesi bulandığında, canı başka şeyler çektiğinde, üşüdüğünde, üşendiğinde her daim onun yanında olduğumda anladım ki o anne olacaktı fakat ben ondan önce onun annesi oluvermiştim. Bu bağ annelikti ve çoğu zaman anlatılabilen değil yaşanan ve yaşandığı anda anlamlaşıp güzelleşen bir şeydi. Doğum sancıları tuttuğunda yanında sadece beni istemesi de sanırım bu yüzdendi. Doğum için hazırladığım kutunun başında o kadar uzun saatler birlikte zaman geçirdik ki nihayetinde doğum bittiğinde beş küçücük yavrusuyla huzurlu huzurlu uyurken baktım ona ve onun anneliğine uzun uzun hayran hayran bakakaldım. Her şeyi biliyordu ama yine de benden yardım istiyordu. Gözü açılmamış, kulağı daha duymaya başlamamış yavruları meme ararken yattığı yerden sırtına doğru yol alınca daha doğrusu yolunu şaşırınca, iletişimi kopan yavru kedi viyaklamaya başladığında, yorgun kedimin bana seslenişini hatırlıyorum. Derin uykularımdan tek bir yardım çağrısına hop diye kalkıp arkadaki yavruyu önüne koyunca her birinin susuşu da benim anneliğimdi işte…
Arkaya kaçan, yolu şaşan her yavru için uykusuz, bölük pörçük uykular başlamıştı. Ve hissettiğim sevgi, sorumluluk, şefkat bir anda altı kedi annesi olarak devam etmeye başladı. Kedilerde lohusa oluyormuş onlarında doğumda birine ihtiyacı varmış, onlarda yorgun, bol uykulu, mide bulantılı gebelik yaşıyormuş, onlarında duygusal hassasiyetleri olup huyları değişebiliyormuş…
Her bir günün ayrı bir notunu tutmaya başladım çünkü her gün bambaşka yepyeni bir mucizeye dönüşmeye başladı bu birliktelik. Bıkmadan, usanmadan emziren ve temizleyen bir kedinin kapıda güvenlik nöbetleri, sonrasında ise sevmekle beraber kızmak, sinirlenmek, eğitmek gibi farklı yanlarına şahit olunca aynı tepkilerle nasılda benzer olduğumuz geldi aklıma. Oyuna dalıp tuvaletini tutan ve kuma gitmek için artık vakti olmadığını fark edince bulduğu en müsait duvar köşesine işeyen, parkelerde çiş içinde yüzen kedilerle yaşadığım sabır imtihanıyla birlikte benimde annelik sürecinde kızma ve terbiye etme sürecim başlamıştı. Patiler yıkanırken suçlu suçlu yüzüme bakan yavrulara ben nasıl kızmayı merhamet ve sevgiye değiştiysem, annemde, annelerde kendi evlatlarına işte aynısını yapmıyor mu?
Bütün meşakkatli hallere inat sermayesi annelik olan ve bıkmadan usanmadan evladını hiç kimsenin sevmediği kadar seven ve bağrına basan tüm annelere gönülden selam olsun…
Bu dünyayı güzel kılan, yaşanılır kılan onların eşsiz ve benzersiz emekleri olmasaydı biz o sevgi tohumuyla yeşermeseydik bu dünya nasıl bir yer olurdu…
~S'özde Yazar~
Sanırdım ki anne dediğimiz şey sadece insanda böyle derin ve naif… Yanılmışım… Anne olmadığım halde yaşadığım tüm hassasiyetlerden anladım ki her birimiz doğurmadan da anneyiz. Yoksa on iki saat boyunca hamile kedimin karnını hiç durmadan nasıl sıvazlayabilirdim. Onun, sana ihtiyacım var sakın gitme bakışını nasıl anlayabilirdim.
Bir hamile canlı etrafındaki insanların hayatını nasılda güzelleştiriyor ben bunu kedimle fark ettim. Karnında beş yavrusuyla adım adım gün sayarken ne kadar çok şey paylaştık onunla. Çeşmeden su içmek için kolayca çıktığı yere artık çıkamayacak hale geldiğinde ne çok düşünüp su içmekten vazgeçti… Ama ben vazgeçmedim, yapamadığı her şey için ona yardım ettim. Onun gözünde mutluluk benim içimde sonsuz sevgi… Yattığı yerde zar zor nefes alan bir canlının hayatını nasıl kolaylaştırabilirdim… Altmış üç gün boyunca bu dert ile dertlendim. Ben onu anladım o da beni… Kendini temizleyemediğinde, sancılar geldiğinde, midesi bulandığında, canı başka şeyler çektiğinde, üşüdüğünde, üşendiğinde her daim onun yanında olduğumda anladım ki o anne olacaktı fakat ben ondan önce onun annesi oluvermiştim. Bu bağ annelikti ve çoğu zaman anlatılabilen değil yaşanan ve yaşandığı anda anlamlaşıp güzelleşen bir şeydi. Doğum sancıları tuttuğunda yanında sadece beni istemesi de sanırım bu yüzdendi. Doğum için hazırladığım kutunun başında o kadar uzun saatler birlikte zaman geçirdik ki nihayetinde doğum bittiğinde beş küçücük yavrusuyla huzurlu huzurlu uyurken baktım ona ve onun anneliğine uzun uzun hayran hayran bakakaldım. Her şeyi biliyordu ama yine de benden yardım istiyordu. Gözü açılmamış, kulağı daha duymaya başlamamış yavruları meme ararken yattığı yerden sırtına doğru yol alınca daha doğrusu yolunu şaşırınca, iletişimi kopan yavru kedi viyaklamaya başladığında, yorgun kedimin bana seslenişini hatırlıyorum. Derin uykularımdan tek bir yardım çağrısına hop diye kalkıp arkadaki yavruyu önüne koyunca her birinin susuşu da benim anneliğimdi işte…
Arkaya kaçan, yolu şaşan her yavru için uykusuz, bölük pörçük uykular başlamıştı. Ve hissettiğim sevgi, sorumluluk, şefkat bir anda altı kedi annesi olarak devam etmeye başladı. Kedilerde lohusa oluyormuş onlarında doğumda birine ihtiyacı varmış, onlarda yorgun, bol uykulu, mide bulantılı gebelik yaşıyormuş, onlarında duygusal hassasiyetleri olup huyları değişebiliyormuş…
Her bir günün ayrı bir notunu tutmaya başladım çünkü her gün bambaşka yepyeni bir mucizeye dönüşmeye başladı bu birliktelik. Bıkmadan, usanmadan emziren ve temizleyen bir kedinin kapıda güvenlik nöbetleri, sonrasında ise sevmekle beraber kızmak, sinirlenmek, eğitmek gibi farklı yanlarına şahit olunca aynı tepkilerle nasılda benzer olduğumuz geldi aklıma. Oyuna dalıp tuvaletini tutan ve kuma gitmek için artık vakti olmadığını fark edince bulduğu en müsait duvar köşesine işeyen, parkelerde çiş içinde yüzen kedilerle yaşadığım sabır imtihanıyla birlikte benimde annelik sürecinde kızma ve terbiye etme sürecim başlamıştı. Patiler yıkanırken suçlu suçlu yüzüme bakan yavrulara ben nasıl kızmayı merhamet ve sevgiye değiştiysem, annemde, annelerde kendi evlatlarına işte aynısını yapmıyor mu?
Bütün meşakkatli hallere inat sermayesi annelik olan ve bıkmadan usanmadan evladını hiç kimsenin sevmediği kadar seven ve bağrına basan tüm annelere gönülden selam olsun…
Bu dünyayı güzel kılan, yaşanılır kılan onların eşsiz ve benzersiz emekleri olmasaydı biz o sevgi tohumuyla yeşermeseydik bu dünya nasıl bir yer olurdu…
~S'özde Yazar~
Etiketler:
anne,
anne gibi...,
anneler günü,
evde hayvan beslemek,
iletişim,
ilişki,
ilişkiler,
insan,
kedi,
kedi yavrusu,
kediler,
kedilerde annelik,
kedime annelik,
mutluluk,
sevgi,
şefkat,
yaşam
19.03.2017
ÜÇ VAKTE KADAR YALNIZLIK
Sağanak bir yağmurun rahmetinden
kaçarcasına kaçıyorum yalnızlığımdan…
Sığınacak bir
saçak altı arıyorum ama her yer kapalı. Herkes bir vebalı gibi kaçmış olabilir
mi benden… Bu kadar çabuk nasıl öğrendiler gittiğini ve nasıl fark ettiler
yokluğunun bendeki elemini… Son ışık huzmesine
doğru yol alıyorum yağmur bırakmıyor peşimi, dualarıma ön ayak da olmuyor ne
yazık ki… Onun derdi beni daha çok perişan etmek. Kaybettin sen diyor tüm
ıslaklığıyla. Haklı… Ben kaybettim seni… Şimdi hangi güzel gün seni bana geri
getirebilir ki…
Yolun sonunda
ıslaklığıma son verecek kapıyı buluyorum, bulduğum ilk boş masaya hiç kalkmayacakmışçasına
yerleşiyorum. Temiz bir dayağa ihtiyacım var. Hazır bu kadar ıslanmışken dövsün
biri beni. İçim acıyor… Kalbimin yerini unutacak kadar biri dövmeli beni…
Masanın
örtüsüyle oynuyorum ya da belki örtü benimle oynuyordur. O bile benimle alay
ediyordur. Ne kirli bir masa örtüsü bu! Tıpkı ona benziyor… Sular damlıyor
saçımdan… Yan masamda bitkin bir kadın oturuyor. Ellerindeki şeytantırnaklarını
dişiyle koparmaya çalışıyor. Gözlerini masasındaki diğer kadına dikmiş “hadi
söyle! O da beni seviyor değil mi?” Dercesine sıkboğaz ediyor. Bir kahve
fincanında kara talih nasıl aklanır ondan öğreniyorum. Bana da
yalanlar söyle birkaç saatliğine avunayım istiyorum... Kara geleceği
aklayan kadının kahvesinden istiyorum… Garson umursamaz bir tavırla şekerli mi
sade mi diye soruyor. Hayatımda orta yok zaten ortayı işin içine katmadığın iyi
oldu diyorum… Gece gece bela mısın der gibi bakıyor. O da benden hoşlanmıyor…
İçinde A harfi olan birini görüyorum. Her
şeyi karıştıran o. Seni kıskanıyor, hep aranızda. En yakınından aslında
bakarsan kan bağınız var sanki. Bu çocuk sana dönmek istiyor ama arkadaş
çevresinden etkileniyor. Olmaz diyorlar görünen o ki seni sevmiyorlar. Aranıza girmişler
sizin, mutluymuşsunuz ama merak etme dönecek o sana… Bak dediydi dersin.
Görüyor musun bak bembeyaz bir kuş çıkmış fincanın ucunda. Güzel haberler
alacaksın çok yakında…
Ben hiç fincan
uçlarına konan beyaz kuşlar görmedim. Birazda bana anlatsan. O beyaz kuşlar o
zifiri demden nasıl çıkar? Hadi çıktı diyelim kara bir kalpten nasıl temiz ve
güzel haberler vadedebiliyorsun. Hayır, fallarıyla umut avlayan kadın, sen hiçbir
şey bilmiyorsun… Aynı anda kaç kalbe girmeye çalışılır bilmiyorsun. Sevgi avına
çıkanlardan ve çekip gidenlerden de haberin yok. Senin de onlar gibi duyguların
nasır tutmuş… Hissizlikten besleniyorsun… Çaresizliğini parayla savuşturmaya
çalışanlara ücret karşılığı yalanlar söylüyorsun.
Garson kahveyi, masama kirli bir su
birikintisi gibi bırakıyor. Islaklığımın sefil kokusu kahvenin kokusunu
bastırıyor… Ellerimin soğukluğuyla tüm
sıcaklığını kaybediyor fincan… İki yudumda dibine geliyorum. Zehir zıkkım olsun
dercesine acı olmuş. Kahvenin telvesi bana umut vadetmiyor. hiç kuş konmamış
etrafına. Dipsiz bir karanlık görüyorum. Dibe çökmüş bir yalnızlık ve kırgınlık
var. Üç vakte kadar zatürreden ölürsün ama o yine de seni sevmez diyor aptal
fincan. Fincandan göremediğim hayrı tabakta bulmaya çalışıyorum. Midem bulanıyor…
Tabağın orta yerinde kocaman bir A harfi var… Yan masadaki kadın falcıya
ücretini uzatıyor. Ağzı kulaklarında… Beyaz güvercini beklemek için belki de
evine gidiyor… Falcı masadan kalkarken aklamak için tek başıma mücadele verdiğim
falımın tabağını görüyor. Aaa bak! A harfi çıkmış diyor tebessüm ederek. Sonra
dibe çökmüş kırgınlığıma bakıyor fincanda, yüzünü buruşturuyor, yüzünün rengi
değişiyor. Ama sen… Diyor. Dışarı çıkan kadını arıyor gözleri… Susuyoruz… Bir
bardak su döküp bozuyoruz kaderi. Uzun bir
yol süzülüyor fincandan ucunda küçücük beyaz bir kuş beliriyor…
***
~Sözde Yazar~
17.03.2017
HESAPSIZ...
Kaldırım taşlarına taşan bir mutlulukla
yürüdüğüm yokuşun başında, Selam! Hoş geldin! Diyor biri... Ben ise; ey
sevgisini tüm kalbimle hissettiğim kimse, yüreğime ne “hoş” geldin, diye
tercüme ediyorum söylediklerini...
Hoşluklar boşluklara dönüşmeden evvelki ilk ve son görüşmemiz...
Bacağı küskün bir iskemle kapıp, tak tuk sesleriyle gıcırtılar arası bir ritim tutturmuş
masaya, oturmuş bulunuyoruz. Masa ile sandalyenin uyumuna eğreti kalıyoruz.
Benim kalbimde anlamsız bir mutluluk onun yüzünde sevimli bir tebessüm... Ah o
tebessüm... Sen diyorsun ki aslında, hayatın tüm kıymıkları bana batıyor, artık
canımın acısına inat olsun diye bu yüzümün tebessümü...
Tebessümün öyle
çok şey anlatıyor ki... Senden şiirler dökülüyor ince ince, öyle bir sesin,
öyle meczup bir halin var ki seni duyan hikâyeler utanıyor kurgusundan,
romanlar oturup senin hayatını dinlemek istiyor... İki çay söylüyoruz...
Seninle benim aramda kocaman bir sır gibi olan iki güzel çay. Ve devam
ediyorsun tebessümünden geriye kalanları teker teker anlatmaya... Masada kül
tablası yok, cebimde sigarada yok... Oysa dilinden dökülen her cümleye bir
sigara içip, aldığım dumanı ise içli içli dışarıya savuşturasım var...
Küllükte izmarite yer kalmayana kadar içesim var. İzmaritlerin başını tek tek
ezip tüm kırgınlıkların canı cehenneme demek ve aslında hiç bırakmamak üzere
seni sevmek var...
Gözünü gözüme
dikmiş anlatıyorsun... Uzun uzun anlatıyorsun, dar vakte inat, köhne masanın
gıcırtısına inat, topal bacağının tuttuğu ritimlere inat, elinin altında oynadığın,
zor bela kazınmış "ne sevdik bee!" yazısına inat, uzun uzun
anlatıyorsun. Cümlelerin hatırı kalır diye tüm kelime dağarcığını zorlaya
zorlaya anlatıyorsun... Anladığıma inana inana döküyorsun içini... İçin öyle
güzel ki...
Sıcaklık
yakıyor... Demli çaylarımızı haram etmeye gelmiş bir güneş var tepemizde...
Ellerini nereye koysan içine sinmiyor. Avuçlarının teri çaydan mı? Dünya kaç
bardak çay eder? Sözlerin, anlattıkça biterse nasıl kalkarız buradan diye
içlendiğim sohbetinin dilencisiyim ben. Ama bunu sana asla belli edemem... Demliklerle
getirsinler çayı, içimin yangısı, güneşin sıcağı demeden bütün demli çayları
içeceğim. Sözün bittiği yerde “daha çay var nereye” deyip o tabureye ve de
devamı olmayan bir vaktin dakikalarına seni hapsedeceğim.
Gözlerin tertemiz. Sana bu kadar güzel bakmayı kimin öğrettiğini
düşünüyorum hala… Söyleyemediğim cümleler kaldı senden sonraya. Sen daha çok
anlat diye susturduğum birkaç cümle var cebimde… Onları alıp bir vakit kapına
dayanmak isterdim. Bendeki günü dolan her cümleyi kapına bırakmak isterdim…
Ter içinde kalan ellerini sıcağın baskısından kurtaramıyorsun. Habire
katlayıp durduğun peçetenin hayrı dokunmuyor bu derde. Aynı peçeteye oturduğundan
beri eziyet ediyorsun. Ben cebimdeki cümlelerle sen ise elindeki peçeteyle cedelleşiyorsun…
Korkuyorsun gelecekten, kırılmaktan, incinmekten… Haklısında… Bu dünya iyilere
göre değil. Naifliğinden vuruyorlar seni, ötelemek, örselemek için var sanki
geriye kalan herkes. Anlattığın bütün kötülere inat güzel yaşamak… O derin
nefesin ardından diyecek hiçbir şey bırakmıyorsun kimseye. Bir derin ah’ın
içerde ne geniş bir yeri var senden öğreniyorum. Son cümlenin nefesi tıkanıyor
boğazımıza… Bir çırpıda eğilip masanın bacağına iliştiriyorsun elindeki
peçeteyi… Gıcırtılar kesiliyor… Masayı tamam kılmanın memnuniyeti var yüzünde
bende ise kocaman bir yarım kalmışlık hissi… Ben gidiyorum diyorsun bakmadan
yüzüme… Daha çay bitmedi diyorum ardından kısık bir sesle…
***
~Sözde Yazar~
12.02.2017
KÖŞEDEKİLER
Sırdaşlık, yandaşlık, dostluk, arkadaşlık, kardeşlik (…) birbirine karışmış. Nasıl becerdik bilemediğim bir soru daha koydum bir köşeye. Köşeler hep dolu. Kimse kimseyi istemez…
Kalpten kalbe giden tüm iletilerin yolunu kesmiş köşedekilerden biri. Bilmem kaç tane kelime vardı insanlığa dair, ilişkilere münhasır iç içe… Kaçı kaldı kaçının hakkı verildi bilinmez. Demem o ki; anlamsızlıkların, bozulmuş tanımlarla ilişiği varmış. Öğrenmek için geç kalınmış ve tadında bırakılmadığı için bu satırları yazmaya mecbur bırakılmış… Birkaç hata var bu satırlara sinen. Anlamı bozulmuş bir kelimeyaratabilir miyim kendi ellerimle? Daha fazlası derken eksik bırakmak kendini, bir hikâyenin içinde, mümkün müdür?
Durduğu yerde güzel olanları, olduğu yerde bırakamamanın anlamsızlığına ne diyeceksin? Köşeler bu kadar doluyken bu kadar ısrarlı soruyu aynı köşelere kim istif edecek, taşanların cevabı nerede aranacak, görenlere ne diyeceğiz, soranlara bunlar benim gerçeklerim mi diyeceğim… İnsan cevaplarda mı yoksa sorularda mı saklı…
İnsandan insana giden tüm yolların köşeleri tutulmuş. Adı konulmuş, sınırları çizilmiş, kuralları yer etmiş. Yarınlarına göz dikilmiş… Fazlasına hadsizlik, azlığında tanımın kaybına yol açan her şey ama her şey sözsüz bir kitap gibi ezber edilmiş. Buna rağmen içi boşaltılmış tanımlar her şeyi almış götürmüş bizden. Kalıpları yanlış kırmışız ve tadı bozuk bir fındığa denk gelmiş gibi hepimizin yüzü buruşuk…
Bu tat artık bi zaman böyle gider…
***
~Sözde Yazar~
Kalpten kalbe giden tüm iletilerin yolunu kesmiş köşedekilerden biri. Bilmem kaç tane kelime vardı insanlığa dair, ilişkilere münhasır iç içe… Kaçı kaldı kaçının hakkı verildi bilinmez. Demem o ki; anlamsızlıkların, bozulmuş tanımlarla ilişiği varmış. Öğrenmek için geç kalınmış ve tadında bırakılmadığı için bu satırları yazmaya mecbur bırakılmış… Birkaç hata var bu satırlara sinen. Anlamı bozulmuş bir kelime
Durduğu yerde güzel olanları, olduğu yerde bırakamamanın anlamsızlığına ne diyeceksin? Köşeler bu kadar doluyken bu kadar ısrarlı soruyu aynı köşelere kim istif edecek, taşanların cevabı nerede aranacak, görenlere ne diyeceğiz, soranlara bunlar benim gerçeklerim mi diyeceğim… İnsan cevaplarda mı yoksa sorularda mı saklı…
İnsandan insana giden tüm yolların köşeleri tutulmuş. Adı konulmuş, sınırları çizilmiş, kuralları yer etmiş. Yarınlarına göz dikilmiş… Fazlasına hadsizlik, azlığında tanımın kaybına yol açan her şey ama her şey sözsüz bir kitap gibi ezber edilmiş. Buna rağmen içi boşaltılmış tanımlar her şeyi almış götürmüş bizden. Kalıpları yanlış kırmışız ve tadı bozuk bir fındığa denk gelmiş gibi hepimizin yüzü buruşuk…
***
~Sözde Yazar~
DÜŞÜRDÜM SENLİ DÜŞLERİMİ
“Bir satırdan ötekine geçerken düşürdüm senli düşlerimi” demiştim… Hikâyeler bitince hisleri devam eden, bazen de hisleri devam ederken hayattaki kurgusu biten hikâyelerle dolmuş her yer. Düşmemiş meğerse satırlar, öte satırlara bir çaput gibi bağlanıvermiş. Bazen paspas gibi olmuş bilmem kimin nasırlı ayakları altında… Nemlenmiş, rutubet kokmuş…
Satırlar düşmemiş, ben düşmüşüm çoğu zaman… O kadar heyecanlı devam etmişim ki yoluma, dizim mi kanamış, etim mi morarmış, kırık mı varmış bilemeden, diyemeden gitmişim de gitmişim. Kendi kendimi geçmişim… Bir satırdan ötekine geçerken düşürdüm mü senli düşlerimi bilememişim. Gerçekte ne olduğunu bilemeden yazdığım o cümleye esir düşmüşüm…
Gökyüzünün derin maviliğinde bir top oksijeni bütün bütün yutan çocukluk satırlarım ve şeytan uçurtmamdan bugüne dek değişmeyen şeyler olmuş hayatımda. Ne değişenlere kadeh kaldıracak kadar hoşnut ne de yansın geceler diyecek kadar manik depresif…
İpim daha uzun olsaydı, benim şeytan uçurtmam hiç takılı kalır mıydı elektrik tellerine… Daha büyük adımlar atabilseydim, gücüm yetseydi şayet bir uçurtmanın peşinden hem koşup hem de onu dizginlemeye, belki de öte diyarları görürdü… Ve anlatırdı bana başka satırların kalanlarını ve gidenlerini…
***
~S’özde Yazar~
Satırlar düşmemiş, ben düşmüşüm çoğu zaman… O kadar heyecanlı devam etmişim ki yoluma, dizim mi kanamış, etim mi morarmış, kırık mı varmış bilemeden, diyemeden gitmişim de gitmişim. Kendi kendimi geçmişim… Bir satırdan ötekine geçerken düşürdüm mü senli düşlerimi bilememişim. Gerçekte ne olduğunu bilemeden yazdığım o cümleye esir düşmüşüm…
Gökyüzünün derin maviliğinde bir top oksijeni bütün bütün yutan çocukluk satırlarım ve şeytan uçurtmamdan bugüne dek değişmeyen şeyler olmuş hayatımda. Ne değişenlere kadeh kaldıracak kadar hoşnut ne de yansın geceler diyecek kadar manik depresif…
İpim daha uzun olsaydı, benim şeytan uçurtmam hiç takılı kalır mıydı elektrik tellerine… Daha büyük adımlar atabilseydim, gücüm yetseydi şayet bir uçurtmanın peşinden hem koşup hem de onu dizginlemeye, belki de öte diyarları görürdü… Ve anlatırdı bana başka satırların kalanlarını ve gidenlerini…
***
~S’özde Yazar~
13.01.2017
KADİM SANDIK
At dediler… Yer kaplıyormuş... Eskide kalmışmış böyle
şeyler. Sandıkta çeyiz, çeyizde emek, emek içinde uykusuz geceler, uykusuz
gecelerin içinde bin bir merak, bin bir hayal var idi… Onlarda her şey gibi
usulca terk ederken, buldum içimdeki çocukluk hislerimi. Neler hatırlattı neler,
bir sandığın içindekiler... Naftaline boğulmuş, aslında pek de kimselerin sevmediği
o koku tuttu yine hatıralarımın elinden. Gel dedi; sen pek severdin o kokuyu. Annenin
sandığı naftalin kokar idi. Açıldığı zaman ne merak ederdin içinde ne var diye…
Köşede bir tutam sapsarı körpecik saç sarılı dururdu, bezlerin, poşetlerin
içinde. İlk kesilen saçını anacın kıyamamış atmaya. Ne kadar sarı olduğuna her
seferinde hayretle baktığım sarı saçlar… Küçük suratlı, koca gözlü çocukluğumun
merak dolu sandığı, hayaller ve hatıralar biriktirilen kocaman bir define…
Her açıldığında başına üşüştüğüm ve merakla aynı şeyleri ilk
defa görürmüşçesine, evirip çevirip aynı sorularla sorduğum, o çeyiz sandığı… Havalandırıp
havalandırıp kat izlerinden geri katlayıp yerine yerleştirilen dantelli
takımlar. Dedemden kalma bir gözlük ve siyah beyaz çekilmiş birkaç karenin
ölümsüz hali… Dayıma ne çok benziyormuşum o sandıktan öğrendim. Kat izlerini
sevdiğim, ara sıra sandık lekesi oldu diye hayıflandığım(ız) kimine göre ıvır
zıvır bana göre bütün hatıraların toplamı olan o sandık, değerliydi işte… Şimdi
biri dese ki at o sandığı… Denmez ki…
Boyumuz sandıkları geçince, bir sandıkta senin hayatına
ilişince, içindekiler senin sandığının içine pay edilince, işte çocukluğunda
geliyor seninle… İnsan kendi sandığını
da aynı merakla karıştırır mı hem de içindekileri bile bile… Ahşap sandıkların
yarı dantelli havluları arasında geçen çocukluk, onlarca el örgüsü patik ile
ömrünün yetmeyeceği kadar çok işlemeli tülbent…
Pay ettikçe gelecek nesillere, azalmak yerine çoğalan hatıralar… Güzeldi
işte…
Ama en çok annemin
çeyiz sandığı güzel…
~S'özde Yazar~
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)