29.05.2023

Sevdaya Dahil...


Leyla ile Mecnun kıssası okuyorum bir kitap aralığında. Mecnun duyuyor ki Leyla meydanda yemek dağıtıyor, koşuyor eline bir kap alıyor ve hemen sıraya giriyor. Öyle ya  sevgiliye giderken bahane lazım, kapsız da gidebilir zira ama gitmiyor... Mecnuna geliyor sıra, Leyla kaşlarını çatıyor getirdiği kaba kepçesiyle vuruyor. Mecnun halinden memnun tekrar sıraya giriyor. Mecnunu gören Leyla yine kaşını çatıyor yine ters davranıyor, tekrar sıraya girince ya hu Kays ne diye giriyorsun rekraren sıraya, baksana sana nasıl davranıyor diyorlar...

Kays diyor ki; olmsayadı bana meyli, vurur muydu çanağı Leyli...

Cefa da sevdaya dahil diyenlerin hikayesi başka güzel. Bence Mecnun un meşrebi güzel. O Leylasız da güzel severdi ama Leylayla başka güzel sevmiş. Seven insanın elinden Leylasını Mecnununu alırsak onlar yine de güzel sever. Sevmeye cisim lazım bunu İbn Arabî, ilahi aşk kitabında öyle güzel tane tane detay detay anlatır ki sevmelere doyamaz insan... Sen, ben, o veya öteki... İçimizdeki sevmek kaynağına temas eden geçici güzelliklerden ibaretiz. Gittiğinde bile, olmadığında bile güzel sevişimiz orada öylece kalıyorsa ve çoğalarak, herşeye sirayet ederek devam ediyorsa sebebi budur... Aşk vesile ister, vesileyle sonsuz birliktelik istemez...  O kelebek gibidir nereye uçar nereye varır kime görünür bilinmez... Gittiği yerde mutlu olsun sözünde ve kalben edilmiş güzel dualarda yaşar gider sevgili.... Dilinde zikri olur bunun, kalbinde yeri olduğu kadar...

Kıssayı satır satır işlemek adettendir bir kısım der ki, cefa sevdaya dahildir Kays bu yüzden hoşnuttur onun bu hareketinden. Bir kısım da der ki; Leyla'ya değil, çorbaya talip oluşu yüzünden azar işitmiştir. Sen ki bana aşıksın çorbayla ne işin var çorbayı değil beni istesene der, bu hareketiyle....

Öyledir işte neresinden tutsan sevmek için bahane çok, nefret için sebep hiç yoktur. Sevenin sevdiğine değil sadece, sevgiyi sevgiyle işlediği kalbinde, kimselere aksi bir delil yoktur, gören sevgisizliğinden yanlış görmüştür. Olsa olsa bu olur...

Arka fonda...

26.05.2023

Döngü...

Hiç anlaşılmadığın yerde her şey olabilirsin. Her şey sevgisizlikten diyen üstad ne doğru bir şeye temas etmiş. Çünkü sevmek eksilen bir parçamız olduğunda onu çoğaltacak hiçbir şey yok. Sevmek birine atfedilen bir hoş seda değildir, birini sevmenin güzelliği insanı güzel ve ümitvar yapar. Karamsarlıktan çıkaran pürü pak bir yeri vardır. Zamanın seyri, baktığın şeyin çirkinliği bile gider sevince. Bunu yere serdğim bir piknik örtüsünün üstünden yazıyorum. Bütün dünyayı ağır çekimden seyretmek için geldim buraya. Sevgiden azıcık nasiplendim diye içime yerleşen huzur, bir de seviye atlasa ne hale gelecek diye düşünmenin bile heyecanını yaşıyorum. Kargalarla kurabiye yerken, otların rüzgardaki seyrini izlerken kendime dönüyorum sık sık. Anılara ve depresif hatıralara veya özlemlerimi değil, sadece kendime dönüyorum... Öyle uzağım ki insanlardan onlara karışmam gereken ortamlarda çok acayip şeyler görüyorum aslında görüyor-dum, ben dersimi çoktan aldım, çok görmüyorum artık hoş da görmüyorum sadece uzak duruyorum ve bu kusuru görmenin benimle alakasını düşünüyorum nitekimde herkes ama herkes başkasında kendi eksiğini kendi kusurunu görüyor... 

İnsanları değiştirmeye hiç kalkışmadım demeyeceğim evet ilginçtir tamamen iyi niyetle ve o kişiyi (kişileri) düşünerek (iyiliğini isteyerek) yaptığım zamanlar oldu ama öğrendim. Sınırları ihlal etmenin saygısızlığını, anında değişmeyecek şeyleri demenin iyilik olmadığını kaldı ki bunu harika, gönülden hala dost olduğum, dostluğunu çokça özlediğim birinden görmüştüm ama öğrenmemişim, ona bunu anlatmak isterdim. Koşup sana anlatmak isterdim, sanırım bu anlamda sadece bir tane harika dostum oldu, olana olduğu kadar iyi ki🌺


Her şeyin olanına olduğu kadar iyi ki... Hayat her şeyi olması gerektiği kadar veriyor, elimizde değil daha fazlası artık buna da inanmıyorum. Keşkelerin beyhude oluşuna canımı sıkmıyorum. Pek çok şeyi kişisel algılamıyorum pek çok şeyi üstüme alınmıyorum her gün daha fazla kimim, nasılım hangi davranışımın aslında kaynağında ne var çalışıyorum üzerine, herkes çalışmalıymış, ömür boyu sürecek bir şey öğrendim ve bunun huzuru ile kendimle çalışmalar yapıyorum, en azından deniyorum. Herkes kadar kusurluyum herkes kadar insani, aslında herkes gibiyim... Ama ümitsiz değilim. Bu hayat bana eşsiz insanlar verdi. İnsandan yana gönlümde güzel şeyler kaldı. Her öğrendiğim şeyin içimde bir bilge kişisi var. Bu benim şansım bu dünyaya herşeye umutla ve sonsuz iyi ihtimalle bakmama vesile olan şey.

Ben iyi şeyler kadar iyi olduğunu sandığım pek çok kötü şey yaptım... Telafi de ettim, telafisiz de bıraktım, pes de ettim, içimde yaşayıp devam da ettirdim... Ama biliyorum ki hep iyiye doğru gitmeye çalıştım, biliyorum ki ben iyi biriyim deyip bırakmadım kendimi... İyi olmak kolay değil. Bilgi istiyor, emek istiyor, terbiye istiyor mütemadiyen... Yoruldum, yordum, dinlendim ama az ama çok devam ettim. Hep içimde bu yer çiçek açar. Kendimi seviyorum, sevdiklerimi ve onun sevdiklerini de... Diğer her şeyi de onların içime ektiği sevgiden taşarcasına seviyorum. Benim sevmediğim ve nefret ettiğim pek bir şey yok... Bunu bir çiçek kokusu eşliğinde söylüyorum...  


Bu benim bu hayattaki kârım...


Vesselâm...


13.05.2023

Gazete Yazıları 4 (Giderken)

Sen orucu tutarsan oruç da seni tutar diyerek büyütülen çocuklarız. Bu, ramazanla aramızda karşılıklı bir dayanışma ile gerçekleştiğini varsaydığımız, sonralarda ise aslında gücünü kendimizden almadığımızı anladığımızda kolaylaştığını gördüğümüz bir ibadet. Tutamıyorumun tutanı, dayanamıyorumun dayananı ilan etmedikçe kendimizi, kolayca yapılacak bir ibadetken, gücü verenin gücüyle yaptıklarımızı unutup, kendimize biçtiğimiz payın içinde bir kısır döngüye giriyoruz. Sonra bir bakıyoruz biz onu tutmuyoruz o da bizi tutmuyor geldiğimiz nokta bundan ibaret. 

'Ben yapıyorumla' zorlaşan, tam bir güvenle 'Sen yardım ediyorsuna' dönüştüğünde, zorlaşan hiçbir ibadet yok aslında. Belki bu yüzden sırf bu detayı kaçırdığımızdan Allah'ın bildiğini kuldan esirgemeyen insan sayısında bir çoğalma var. Çok uzak değil bundan on sene evvel geçtiğim yollarda pek çok alkollü mekanın" Ramazan dolayısıyla kapalıyız" yazısıyla karşılaşırdım. Tadilatlarını, mekan içi değişikliklerini hep bu ayda hallederdi böyle işletmeler.Bu karşılıklı olurdu, mekân Ramazan'a hürmet eder, müşteri Ramazanda alkolden geridurur ortaya böyle zarif kapalıyız yazıları çıkardı. 

Bir suyu sağa sola bakmadan destursuz içen pek azdı, yanındaki oruçken öğlen yiyeceği yemeği konuşmaktan dahi haya ederdi insanlar. Ne yiyene ne içene ne de bu hal üzere yaptığını saklamayana sözüm yok aslında. Benim içerlediğim ve toplum olarakta birbirimizi anlamadığımızı düşündüğüm kırgın yanımız şu; hiç iftar sofrası şenliği görmemiş, hiç sıcak pidenin heyecanı ile sofraya oturmamış, annemize hiç," nolur sahura kaldır bak yarın ben de sizinle oruç tutacağım" dememiş, hiç tekne oruçlarında zorlansak bile tuttuğumuzu kâr sayıp gururlanmamış gibiyiz. Sanki biz hiç salata kokusu daha mutfaktayken yayılan o tatlı günlerin, koca ramazan da üç beş gün oruç tutup bayram sevincini en çok hak ettiğimizi düşündüğümüz zamanların çocukları değilmişiz gibi... Televizyonda her gün iftara yakın Esma-ül Hüsna'nın ritmine kapılmamış, bir büyüğün dizi dibinde ramazan sohbetleri dinlememişiz gibi, sen oruçsun de bakalım canın ne çekiyor iftara yapayım diye sorulup gönlümüz türlü türlü ilgi alakayla okşanmamış gibi, gece yarısı annenin' haydi sahura' sesiyle en sevdiğin, mis gibi kokan hamur işlerine gözünü açıp mutlu olmamışsın gibi.... Bizi cımbızla almış ömrün ortasına, hatırasız, duygusuz, ibadetsiz koymuşlar gibi. Herkeste bir hafıza kaybı, bir şuursuz sebebiyetsiz yeme içme serbestliği... Orucu tutanın oruçsuza hoşgörüsüzlüğü değil elbet bu, zira tuttuğumuzu da tutmayana vermek an meselesi. Ben sadece hatırlansın istiyorum. Ne değişti de, değiştik...

Entropi yasası diyor ki; bir şey kendi haline bırakılırsa, sürekli bozulmaya, dağılmaya ve negatife doğru gider. Bunu al bütün hayata çarşaf çarşaf yay ver gör, görelim biz aslında neyi bozmazken bozuyoruz da haberimiz yok. Bir ibadet üstüne az da olsa eklenmeden devamlılık göstermiyorsa şüphe yok ki zamanla azalarak çekip gidiyor hayatımızdan. Bir iyi huy üstüne başka güzel huy eklenerek güzelleşmiyorsa demek ki zamanla ahlâktan edepten ve bilumum iyi hasletten küçük küçük koparmaya başlıyoruz. Ramazan'ın sonundaki bayrama sevinmek biraz da hüzünlendirmiyorsa o ramazan seni kendiyle meşgul etmemiş, seninle hiç muhabbet etmemiş demektir. Tutabilecekken tutmamanın da en az entropi yasası kadar şaşmaz bir kuralı vardır ve denir ki bir insan bir ibadeti yapabilecek kapasitedeyken şayet onu yapmaz ise, akabinde bir gün gelir o ibadeti yapmak isterse o zamanda Allah ona onu nasip etmez. Sağlıklıyken sığındığımız bahaneler bir gün gerçek bahanemiz haline geldiğinde o gün istesek de bu kadar yapabilir olamayacağız. Yoksa arzu ettiği halde tutamayanların gönül muhabbeti zaten hep oruç, onlar tutmazkende tutanlar safında...
 


Gazete Yazıları 3 ( İnceldiği Yerden)

İnsan hayatı pek çok emeğin yumak olmuş haline benzer. Hayatın yününü derler toplar binbir zahmete girerek eğirirmeye didinirsin. Bir avuçtur elde ettiğin yumak ama niteliklidir de onca zahmete bakılınca... Biz bu yünü eğirirken ellerimiz nasır tutar, çerini çöpünü ayıklayacağım, hep aynı oranda incelteceğim diye zahmet üstüne zahmet çeker, elde ettiğimiz o yumakla iyi şeyler dokumak isteriz. Bu emeğin ipi de, örgüsü de güzel olsun sıcak tutsun isteriz. Bazen öyle olmaz... İnsan yoruluverir, tükeniverir, dayanamaz olur. Gücünü, özenini aynı şekilde veremediğinde bir ince bir kalın çıkmaya başlar insan hayatının yumağındaki ip. Yer yer o kadar seyrelir ki "amaaan, inceldiği yerden kopsun" demek isteriz. Kopar da... Gereğinden fazla incelmesini göze aldıktan sonra pek çok ip kopar. Elinde kalanı ne yapacağını bilmeden yılgınlıkla verdiğin bu kararın da bir bedeli olur ama artık umursanmaz.
Sıkça duyuyorum bu cümleyi. Artık bütün emekler gözden çıkarılmış gibi. Kimsenin yün eğirirken elleri nasır tutmamış gibi ve o elleri gören kimseler olmamış gibi... İnceldiği yerden kopuveriyor tüm bağlar. Halbuki daha kopma emaresi yokken tutuvermek lazım işin ucunu. Kimseyi bu cümlenin başında emeklerini harcarken ve vazgeçmiş bir halde bırakmamak lazım. Her bir ilişkinin, her bir yaşantının bağını şu çaresiz cümle ile koparmamak lazım. Öyle büyük emekler ve bedellerden sonra insan öyle bir kolaylıkla deyiverir ki bunu, bu aslında kocaman bir vazgeçiştir. Hüzünlü bir yanı vardır. Öylece kesip atamamışsındır da inceltmişsindir, kendiliğinden kopsun demişsindir. Belki bir şansı olur, ihtimali olur kopmaz demişsindir. Hem umursamamışsındır hem de olmasın diye çok dua etmişsindir.
Bağları sağlamlaştıralım şu cümleyi kimseye kurdurtmayalım isterim. Bunca zahmetin içinde oluşan o kıymetli her bir bağın, bulunduğumuz yerde bir anlamı var. Kopanların yerine yenileri gelirken gidenlerin hüznü de salınır usul usul zamanın içine. Yeniden başlamak gücümüz de tükenmeye başlar böylelikle. Yorgun insanların eğirdiği ipte incelen zayıf bir ip olmayın, o yumakla hiçbir şey örülemiyor ve kimseyi ısıtacak niteliği olmuyor. Hayatın ne kadar kısa olduğunu, ne kadar kolay yarım kalabildiğini göstermedi mi bize zaman. Kısacık hayatta bu kadar vazgeçişe sebebiyet vermek niye? Yattığımız yatakta bile kalkamama ihtimalimiz varken, bugün sevdiklerimizle yediğimiz yemeğin ertesi gün aynı kişi sayısıyla yenmeme ihtimali varken, çatımız, yuvamız, arkadaşlarımız orada bizi mütemadiyen beklemezken bağları koparacak raddeye getirmek niye? Yüreklerin yanıp, ümitlerin bitiği şu zor zamanlarda "inceldiği yerden kopsun" dedirtmek büyük özür... Farkındalığınız olsun, şimdi sağlamlaştırma zamanı. Elimizde ne kaldıysa sarılma zamanı. Emeğin karşılığı sağlamlık olmalı, sıcacık kuşatan bir battaniye gibi ısıtmalı. Yoksa bunca zahmetin ne manası var...

Demem o ki, herkes heybesini iyi doldursun, hayat bizi bir sallıyor tutunacak tek bir bağ bile kalmıyor. O gün şen bir kahkaha, heyecanlı bir konuşma, sıcak bir dokunuş bir sis bulutu gibi etrafa yayılıyor. Hem görüyor hem de ulaşamıyorsun... Sesler, kahkalar perde perde kalkarken geriye sadece bir avuç anı kalıyor.


 

Gazete Yazıları 2 (Teselli)


Bir teselliye ihtiyaç duyduğun zor zamanlardan geçer ara ara ömür dediğimiz o büyük lokma. Küçük küçük parçalar halinde olmayınca boğulacak gibi hisseder insan. Nefessiz kalır, ben bununla baş edemem der. Ama ne ilginçtir ki baş eder. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır diyen İlahi gücün  kimseyi öylece zorlukla baş başa bıraktığı hiç görülmemiştir. 

Öyle kırılırsın ki yaşadıklarına, kolun kanadın öyle yorgun düşer ki artık hiç uçamam, hiç gök yüzüne bakamam, ben şu kapıdan çıkıp hayata tekrar bir daha asla karışamam dersin. Adına büyük imtihan deriz bazen. "Sabırlar versin" cümlesiyle, diyecek başka söz kalmadığı için buluşuturduğumuz olur dertliyle derdini. Sözlerin hiçbir anlam ifade etmediği yangınlarla yanar gönül evimiz. İlahi Kudretin  şefkati, merhameti zuhrediyor tam da yıkıldığın o vakit. Bir "teselli" yolluyor, al güzel kulum bak ve yaran başka bir canla derman bulsun, topla cesaretini hadi kulum kalk ve devam et diyor adeta. Bu cümlelere iki örneklik hikayem yoldaşlık ediyor.

İlkini neredeyse herkes tanıyor. Dünya tatlısı bir kadın vardı kanser olmuştu genç yaşında. Ameliyatta kanserin tüm bacağına yayıldığı anlaşılınca ampüte etmek icap ediyor ve kesiyorlar koca bacağı mecburen. O günü anlatırken videoların birinde, bacağıyla hastaneden çıktığında bir eşya gibi bacağını arka bagajda nasıl taşıdığını ve eve geldiğinde o bacakla birlikte nasıl varlığının yokluğa doğru yol aldığını anlatıyordu. Bu beklenmedik bir kayıptı ve atlatamayacağını düşündüğü o gün penceresine bir topal kuşun konduğunu anlatır. O kuş hayatına nasıl da devam ediyordu ben de edebilirdim diyerek ilahi kudretin teselli mesajını almış olmalı ki sonraki tüm videoları hayat doluydu ve ilginçtir o kuş sürekli o kadının balkonuna gelmiştir.

Başka bir örnekte ise çocuğunu beş yaşında hiç olmadık bir hastalıkla hızla kaybetmiş bir anneden bahsedeceğim. Literatüre geçen nadir bir hastalıkla kaybediyor yavrusunu. Beş sene bir yavruya bakmak nasıl büyük sevgi ve emek ama işte kayıp gidiyor ellerinden. Aile yıkılıyor bu elim acıyla ama  en çok da sanıyorum ki anne yıkılmış olmalı ki teselli anneye geliyor kanlı canlı.

Çocuğunun vefatından sonra henüz  yeni yeni iş hayatına geri dönmeye çalışan bu anne, çalıştığı şubedeki kendi bölümünde hatta odası diyelim, odasında güç bela çalışmaya,  adapte olmaya çalışıyor. Şubeden içeri bir gökkuşağı ispinozu giriyor. Girmekle kalmıyor yeri tayin edilmişcesine gidip gidip o annenin yanında yöresinde duruyor. Anne mesajı alıyor. Evladının şu hayatta en çok sevdiği şey kuşlardı ve teselli de o kuşla ona geliyor. Çok korkmasına rağmen o kuşun ona geldiğini bildiği için alıp eve götürüyor. Nasılda nazlı bir kuş adeta bir çocuk gibi. Ceryanda kalınca hemen hastalanıveriyor, yanında yüksek sesle konuşunca depresyona giriyor. Bebek gibi bakıyorlar kuşa. Güzeller güzeli bir kuş ispinoz. O kuşla nasıl neşe bulduklarına, aman strese girer  diyerek yanında tartışmadıklarına, onunla evlatcağızın yokluğuna nasıl teselli olduklarına şahit oldum. Kaldı ki gerçekten elleriyle sürekli kuş besleyen,  etrafından hiç kuş eksik olmayan bir çocuktu, hatta cenazesinde bile  sayısız kuşun görüldüğü bir anıya şahitlik edince anlıyor insan; Zorlukla beraber gelen "teselli" kuşlarını... Rahman o ki gönlümüzdeki yorgunlukları elbet görüyor, gücüm bitti diyoruz bize teselli gönderiyor, dermanım kalmadı diyoruz, ben s eni dermansız yaratmadım diyor. O kuşlar tesadüfen gelmiyor. Şu hayatta hiçbir şey tevekkeli olmuyor. 

Hepimiz hayatımızdaki "teselli" kuşlarını görelim ve bu hayata sadece  bir kuş gibi kanat çırpmak için gelmediğimizi, o kanatlarla bu hayatın içinde süzülebileceğimizi de fark edelim. Tarih, kuşların öğretici hikmetleriyle dolu. İster Habil ile Kabil'den başlayın isterseniz Kabeyi koruyan Ebabil kuşlarına bakın, ister Sultan Süleyman kıssalarına bakın,  isterseniz hayatınızdaki "teselli" kuşlarına odaklanın. Baktığınız neresi olursa olsun verileni alın kuşlar boşa kanat çırpmasın...

Gazete Yazıları 1 (Göz Hakkı)

 

Paylaşmayacağın bir şeyi göstermemek hâlâ geçerli bir terbiye kuralıdır; eskilerin kısmen, yeni nesillerin ise neredeyse tamamen unuttuğu...

Hatırlayın... Mahallede oyun oynarken işten eve gelen babalara rastlardık çocukken. O babaların eli kolu dolu olurdu hep ve poşetlerden görünen bir kaç güzel yiyecek her çocuğun gözüne ilişirdi hemen. Ne alınmışsa "göz hakkıdır" diyerek üçe beşe bölünür herkese pay edilirdi. Payımıza ne kadar düştüğü değil, o poşetlerin doğruca eve gitmeyişiydi değerli olan... Görülenin hakkı bertaraf edilirdi böylece... İlla görünmesi de gerekmezdi aslında, kokusu yayılan güzel yemekler yapılınca, o kokunun komşulara gitme ihtimalleri tümüyle hesaplanarak tabaklar hazırlanırdı. Bu telaşe ile kapıları çalmak gördüğüm en iyi matematik hesabıydı ama hesaplar zamanla çok şaştı...


Büyükler bilirdi işi...

Alimlerden bazıları için anlatılır ki, kasapta vitrinde duran eti başkaları gördüğü için almayıp kimsenin görmediği yerinden almayı ve yemeyi uygun bulurlarmış. Başkaca aldıkları şeyleri kese kağıdına koydurmak, içindekileri kimseye göstermeden hane halkına götürebilmek de oldukça imtina edilen durumlar olarak nakledilir. Nazar edilen ve ele geçmeyen şeylerin muhteviyatı hala şifa ve hayrını görmek bakımından mevcudatını koruyabilir mi bilinmez(!) ama her birimizin vitrine konmuş hayatlarına bir perde şart. 

Perdesiz bir hayatın içinde kendi ellerimizle kendi huzurumuzu başkalarının nazarına sunup apaçık sere serpe yaşıyoruz. Baş edemediğimiz bir arzumuz, bir gösterme telaşemiz var. Gördüklerimiz, tattıklarımız, hissettiklerimiz, dokunduklarımız kısaca tüm maddi ve manevi deneyimlerimiz başkalarına sunma derdimiz yüzünden olağan hayatımızın maneviyatını yerle yeksan etmek üzere. Düşünmek istemiyoruz... Mesela, bazen sevinçlerimiz hüzünleri olanlarla ortak bir payeye denk düşer, sen gülerken başkasını ağlatır, deme! Bazen gittiğin yerler cennetten bir parça gibidir, ben gördüm demek istersin ama hiç gidemeyen de görür, gördüğüyle kalır, gösterme! Senin var deyip "gösterek" şükrettiklerin, başkalarının üzüntülü bir kaybı olabilir. Senin aldıkların başkalarının hayal ettikleri... O zaman şifasını, hayrını, bereketini, huzurunu görebilir mi insan? 


Belki de şu hikaye bir ucundan tutar bu yazıda anlatılanların...

Maddi imkanları sınırlı üç kardeş anneleriyle akşamın bir vakti eve gitme telaşesiyle yola koyuluyor. Yol uzun ama yürümek icap ediyor. Annelerinin hızına yetişmeye çalışan üç küçük çocuk kendinden büyük adımlar atıyor. Baba gurbette çalışıyor anne her şeye maddi olarak da yetşememenin zorluğu içinde. O an tek düşündüğü bir an evvel eve varabilmek. Bu tempoyla ilerlerken büyük çocuğun gözü ellerinde haşlanmış mısır, ailecek yürüyüş yapan birilerine takılır. Aile o çocuğun bakışlarını fark eder, ama O yinede bakmaması gerektiğini bile bile bakar onlara, özellikle de yedikleri mısıra... Gözünü hem ailecek yan yana oluşlarından, hem aceleleri olmayışlarından ve özellikle de mısır yiyor olmalarından sebep çekmek istemez, mısırı da pek sever ama o telaşede annesine bunu diyemez. Bazı şartlar öyledir işte, öylece isteyemeyecek kadar büyüyüverirsin bir sebeple. Sevilir böyle çocuklar, ne güzel yaşından büyük, olgun çocuk derler. Halbuki çocuk hep çocuktur... Velhasıl kendince içlenir bu hale... Annesinin hızına yetişmek derdine adımlar iyice hızlanır ve geçip giderler onları koyuldukları yolda... Çok geçmeden arkadan bir kıyamet kopar. Bir çocuk şiddetle ağlar. Bakışları ile çok şey anlatan çocuk o bakışlarının sonucunu istemsizce mısır yiyen çocuğun düşüşüne bağlar. Hem utanır hem de çok üzülür. Yine çok geçmeden biri seslenir arkadan. Abla der nefes nefese mısır yiyen ailenin diğer çocuğu, bunu annem size gönderdi deyip ortadan bölünmüş bir mısır uzatıverir anneye. Anne olan bitenden habersiz şaşkınlıkla bakar, gelen çocuk “göz hakkıdır” der. 

Bu hikaye canıyla kanıyla tüm duygularıyla gerçektir. Anne o gün gelen o mısırı almış mıdır bilinmez ve o çocuk o mısırdan tattı mı anılarda siliktir. Ama bir gerçek var ki o mısırın tadı yok ama kokusu hâlâ bu satırlarda dolaşıyor...