Paylaşmayacağın bir şeyi göstermemek hâlâ geçerli bir terbiye kuralıdır; eskilerin kısmen, yeni nesillerin ise neredeyse tamamen unuttuğu...
Hatırlayın... Mahallede oyun oynarken işten eve gelen babalara rastlardık çocukken. O babaların eli kolu dolu olurdu hep ve poşetlerden görünen bir kaç güzel yiyecek her çocuğun gözüne ilişirdi hemen. Ne alınmışsa "göz hakkıdır" diyerek üçe beşe bölünür herkese pay edilirdi. Payımıza ne kadar düştüğü değil, o poşetlerin doğruca eve gitmeyişiydi değerli olan... Görülenin hakkı bertaraf edilirdi böylece... İlla görünmesi de gerekmezdi aslında, kokusu yayılan güzel yemekler yapılınca, o kokunun komşulara gitme ihtimalleri tümüyle hesaplanarak tabaklar hazırlanırdı. Bu telaşe ile kapıları çalmak gördüğüm en iyi matematik hesabıydı ama hesaplar zamanla çok şaştı...
Büyükler bilirdi işi...
Alimlerden bazıları için anlatılır ki, kasapta vitrinde duran eti başkaları gördüğü için almayıp kimsenin görmediği yerinden almayı ve yemeyi uygun bulurlarmış. Başkaca aldıkları şeyleri kese kağıdına koydurmak, içindekileri kimseye göstermeden hane halkına götürebilmek de oldukça imtina edilen durumlar olarak nakledilir. Nazar edilen ve ele geçmeyen şeylerin muhteviyatı hala şifa ve hayrını görmek bakımından mevcudatını koruyabilir mi bilinmez(!) ama her birimizin vitrine konmuş hayatlarına bir perde şart.
Perdesiz bir hayatın içinde kendi ellerimizle kendi huzurumuzu başkalarının nazarına sunup apaçık sere serpe yaşıyoruz. Baş edemediğimiz bir arzumuz, bir gösterme telaşemiz var. Gördüklerimiz, tattıklarımız, hissettiklerimiz, dokunduklarımız kısaca tüm maddi ve manevi deneyimlerimiz başkalarına sunma derdimiz yüzünden olağan hayatımızın maneviyatını yerle yeksan etmek üzere. Düşünmek istemiyoruz... Mesela, bazen sevinçlerimiz hüzünleri olanlarla ortak bir payeye denk düşer, sen gülerken başkasını ağlatır, deme! Bazen gittiğin yerler cennetten bir parça gibidir, ben gördüm demek istersin ama hiç gidemeyen de görür, gördüğüyle kalır, gösterme! Senin var deyip "gösterek" şükrettiklerin, başkalarının üzüntülü bir kaybı olabilir. Senin aldıkların başkalarının hayal ettikleri... O zaman şifasını, hayrını, bereketini, huzurunu görebilir mi insan?
Belki de şu hikaye bir ucundan tutar bu yazıda anlatılanların...
Maddi imkanları sınırlı üç kardeş anneleriyle akşamın bir vakti eve gitme telaşesiyle yola koyuluyor. Yol uzun ama yürümek icap ediyor. Annelerinin hızına yetişmeye çalışan üç küçük çocuk kendinden büyük adımlar atıyor. Baba gurbette çalışıyor anne her şeye maddi olarak da yetşememenin zorluğu içinde. O an tek düşündüğü bir an evvel eve varabilmek. Bu tempoyla ilerlerken büyük çocuğun gözü ellerinde haşlanmış mısır, ailecek yürüyüş yapan birilerine takılır. Aile o çocuğun bakışlarını fark eder, ama O yinede bakmaması gerektiğini bile bile bakar onlara, özellikle de yedikleri mısıra... Gözünü hem ailecek yan yana oluşlarından, hem aceleleri olmayışlarından ve özellikle de mısır yiyor olmalarından sebep çekmek istemez, mısırı da pek sever ama o telaşede annesine bunu diyemez. Bazı şartlar öyledir işte, öylece isteyemeyecek kadar büyüyüverirsin bir sebeple. Sevilir böyle çocuklar, ne güzel yaşından büyük, olgun çocuk derler. Halbuki çocuk hep çocuktur... Velhasıl kendince içlenir bu hale... Annesinin hızına yetişmek derdine adımlar iyice hızlanır ve geçip giderler onları koyuldukları yolda... Çok geçmeden arkadan bir kıyamet kopar. Bir çocuk şiddetle ağlar. Bakışları ile çok şey anlatan çocuk o bakışlarının sonucunu istemsizce mısır yiyen çocuğun düşüşüne bağlar. Hem utanır hem de çok üzülür. Yine çok geçmeden biri seslenir arkadan. Abla der nefes nefese mısır yiyen ailenin diğer çocuğu, bunu annem size gönderdi deyip ortadan bölünmüş bir mısır uzatıverir anneye. Anne olan bitenden habersiz şaşkınlıkla bakar, gelen çocuk “göz hakkıdır” der.
Bu hikaye canıyla kanıyla tüm duygularıyla gerçektir. Anne o gün gelen o mısırı almış mıdır bilinmez ve o çocuk o mısırdan tattı mı anılarda siliktir. Ama bir gerçek var ki o mısırın tadı yok ama kokusu hâlâ bu satırlarda dolaşıyor...