Sağanak bir yağmurun rahmetinden
kaçarcasına kaçıyorum yalnızlığımdan…
Sığınacak bir
saçak altı arıyorum ama her yer kapalı. Herkes bir vebalı gibi kaçmış olabilir
mi benden… Bu kadar çabuk nasıl öğrendiler gittiğini ve nasıl fark ettiler
yokluğunun bendeki elemini… Son ışık huzmesine
doğru yol alıyorum yağmur bırakmıyor peşimi, dualarıma ön ayak da olmuyor ne
yazık ki… Onun derdi beni daha çok perişan etmek. Kaybettin sen diyor tüm
ıslaklığıyla. Haklı… Ben kaybettim seni… Şimdi hangi güzel gün seni bana geri
getirebilir ki…
Yolun sonunda
ıslaklığıma son verecek kapıyı buluyorum, bulduğum ilk boş masaya hiç kalkmayacakmışçasına
yerleşiyorum. Temiz bir dayağa ihtiyacım var. Hazır bu kadar ıslanmışken dövsün
biri beni. İçim acıyor… Kalbimin yerini unutacak kadar biri dövmeli beni…
Masanın
örtüsüyle oynuyorum ya da belki örtü benimle oynuyordur. O bile benimle alay
ediyordur. Ne kirli bir masa örtüsü bu! Tıpkı ona benziyor… Sular damlıyor
saçımdan… Yan masamda bitkin bir kadın oturuyor. Ellerindeki şeytantırnaklarını
dişiyle koparmaya çalışıyor. Gözlerini masasındaki diğer kadına dikmiş “hadi
söyle! O da beni seviyor değil mi?” Dercesine sıkboğaz ediyor. Bir kahve
fincanında kara talih nasıl aklanır ondan öğreniyorum. Bana da
yalanlar söyle birkaç saatliğine avunayım istiyorum... Kara geleceği
aklayan kadının kahvesinden istiyorum… Garson umursamaz bir tavırla şekerli mi
sade mi diye soruyor. Hayatımda orta yok zaten ortayı işin içine katmadığın iyi
oldu diyorum… Gece gece bela mısın der gibi bakıyor. O da benden hoşlanmıyor…
İçinde A harfi olan birini görüyorum. Her
şeyi karıştıran o. Seni kıskanıyor, hep aranızda. En yakınından aslında
bakarsan kan bağınız var sanki. Bu çocuk sana dönmek istiyor ama arkadaş
çevresinden etkileniyor. Olmaz diyorlar görünen o ki seni sevmiyorlar. Aranıza girmişler
sizin, mutluymuşsunuz ama merak etme dönecek o sana… Bak dediydi dersin.
Görüyor musun bak bembeyaz bir kuş çıkmış fincanın ucunda. Güzel haberler
alacaksın çok yakında…
Ben hiç fincan
uçlarına konan beyaz kuşlar görmedim. Birazda bana anlatsan. O beyaz kuşlar o
zifiri demden nasıl çıkar? Hadi çıktı diyelim kara bir kalpten nasıl temiz ve
güzel haberler vadedebiliyorsun. Hayır, fallarıyla umut avlayan kadın, sen hiçbir
şey bilmiyorsun… Aynı anda kaç kalbe girmeye çalışılır bilmiyorsun. Sevgi avına
çıkanlardan ve çekip gidenlerden de haberin yok. Senin de onlar gibi duyguların
nasır tutmuş… Hissizlikten besleniyorsun… Çaresizliğini parayla savuşturmaya
çalışanlara ücret karşılığı yalanlar söylüyorsun.
Garson kahveyi, masama kirli bir su
birikintisi gibi bırakıyor. Islaklığımın sefil kokusu kahvenin kokusunu
bastırıyor… Ellerimin soğukluğuyla tüm
sıcaklığını kaybediyor fincan… İki yudumda dibine geliyorum. Zehir zıkkım olsun
dercesine acı olmuş. Kahvenin telvesi bana umut vadetmiyor. hiç kuş konmamış
etrafına. Dipsiz bir karanlık görüyorum. Dibe çökmüş bir yalnızlık ve kırgınlık
var. Üç vakte kadar zatürreden ölürsün ama o yine de seni sevmez diyor aptal
fincan. Fincandan göremediğim hayrı tabakta bulmaya çalışıyorum. Midem bulanıyor…
Tabağın orta yerinde kocaman bir A harfi var… Yan masadaki kadın falcıya
ücretini uzatıyor. Ağzı kulaklarında… Beyaz güvercini beklemek için belki de
evine gidiyor… Falcı masadan kalkarken aklamak için tek başıma mücadele verdiğim
falımın tabağını görüyor. Aaa bak! A harfi çıkmış diyor tebessüm ederek. Sonra
dibe çökmüş kırgınlığıma bakıyor fincanda, yüzünü buruşturuyor, yüzünün rengi
değişiyor. Ama sen… Diyor. Dışarı çıkan kadını arıyor gözleri… Susuyoruz… Bir
bardak su döküp bozuyoruz kaderi. Uzun bir
yol süzülüyor fincandan ucunda küçücük beyaz bir kuş beliriyor…
***
~Sözde Yazar~